Ahmet Cemal ile Söyleşi

Bu söyleşi Varlık Dergisi’nin Şubat 2015 sayısında yayımlanmıştır. 

http://www.varlik.com.tr/varlikDergisi.aspx

IMG_3846

 

 

 

 

 

 

 

Siz bu yıl Nazım Hikmet Akademisi’nden öğrencilerinizle birlikte ACKA-Ahmet Cemal Kültür Atölyesi’ni kurdunuz.  Oldukça emek verilmiş bir oluşum olduğunu düşünüyorum. Kapıdan girer girmez çok samimi bir ortama adım atıyoruz. Atölyedeki ders başlıkları da oldukça ilgi çekici. Felsefenin Büyütecinden Kültür Tarihimiz, Görsel Kültürün Kökleri, Mitoloji, Shakespeare ve Politika, Psikanalitik Edebiyat Okumaları gibi… Bu başlıklara nasıl karar verdiniz?

Belli deneyimlerin sonucu oldu diyebilirim. Üniversitelerde çok ders verdiğim için, oranın eksiklerinden de yola çıktım. Örneğin sanatın ne olduğunu yeterince tartışmadan ressam, heykeltraş yetiştirmeye kalkıyoruz. Sonuçta insanlara şöyle bir mesaj veriliyor; resim yapmasını bilirsen, ressam olursun. Hayır! Almanların dediği gibi boyacı olabilirsin ama ressam olmayabilirsin. Bu temel eksikliğinden yola çıktık biz. 2 yıllık bir atölye programımız var. Genel olarak tiyatro ve edebiyat ağırlıklı. İlk yıl daha kuramsal derslerden oluşuyor. İlk yılın başında da bir buçuk aylık bir hazırlık dönemi var. Bu dönemde felsefe ve kültür tarihi ağırlıklı dersler veriliyor. Eksik olan temel eğitimi vermeyi amaçlıyoruz. Örnek verecek olursam, mesela bir öğrenci yazmaya meraklı, şimdi burada yaşayan bir insan Türkiye’nin en azından yakın tarihini bilmeden bu işe kalkışırsa yazdıkları eksik ya da yanlış oluyor. Diyelim ki “yabancılaşma” üzerine yazıyor. Evet Batıda da yabancılaşma var ama nedenlerimiz çok farklı. Batı, insana yabancılaşmayı, sanayinin gelişmesi sonucu “ben, hâlâ eski ben miyim?” sorusunu sorarak başlattı. Bizde ise insanlar daha Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin yabancılaşmasını yaşıyorlar. Şimdi biz önce Batıdaki yabancılaşmayı öğrenmeye ve öğretmeye kalkarsak yanlış olur. Bunun gibi çok örnek verebilirim. Yani ACKA, temel bilinmesi gerekenlerden yola çıkıyor.  İkinci yılında ise kuramsal temelleri yine ihmal etmeden, biraz daha workshopvari alan çalışmalarına geçiyor. Öğrencilerimiz daha birkaç ay geçmesine rağmen, temelin ne kadar önemli olduğunu fark etmeye başladılar. “Artık okuduklarımıza, yazdıklarımıza daha başka bakıyoruz” diyorlar.

Son zamanlarda her yerde yeni açılan edebiyat atölyelerine rastlıyoruz. Kimi nitelikli kimi niteliksiz atölyeler bunlar. Belli ki bir arz-talep ilişkisi söz konusu. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Dediğiniz gibi çok sayıda atölye açılıyor. Tiyatro alanında da oyunculuk atölyeleri açılıyor, yaratıcı yazarlık atölyeleri vs… Ama hepsinin aynı uzmanlık düzeyinde eğitim yaptığını sanmıyorum daha doğrusu biliyorum. Orada ticarileşen bir durum söz konusu. Mesela ben bazı isimlere de karşıyım. Yaratıcı yazarlık gibi. Bir keresinde dedim ki “ben yaratıcı olmayan yazarlık atölyesi” arıyorum. Yani yaratıcı yazarlık ne demek? Yazarlık, yaratıcılıktır zaten.  Ya da mesela oyunculuk atölyeleri açılıyor, kuramsal dersleri eksik. Bir kuramsal temel olmadan sadece oyunculuk öğretiliyor. Ne yazık ki üniversitelerden başladı bu yanlışlık meselesi. Vaktiyle konservatuarlardaki tiyatro bölümünün adı tiyatro bölümüydü. Sonradan bütün tiyatro bölümlerinin adı oyunculuk ana bilim dalı olarak değişti. Böylece gelen adaylar eğitime başlar başlamaz, tiyatro eşittir oyunculuk zannediyorlar. Ama bu böyle değil, Batıda da böyle yapılmıyor zaten. Önce tiyatro insanı olunur sonra oyuncu.  Dolayısıyla bu söylediğiniz sayı fazlalığı karşısında dikkatli ve seçici olmak lazım.

Bir cümlenizi hatırlıyorum. “Herşeyin aslından çok korktuğum için, çevirisini yapmaya başlamıştım” diye. Çevirmenlik kimliğinizi ifade ettiğiniz bir cümle bu. Bunun yanısıra bir de hocalık kimliğiniz var. Ve her alanda olduğu gibi buradaki motivasyonunuz da çok etkileyici. Nereden besleniyor bu motivasyon?

İnsanların bir yaradılışları vardır ya, benim eleştirel bir yaradılışım var. Kendime karşı en başta. Çok küçük yaşta okumaya başladım ve hep eleştirel yönde gelişti okumalarım.  Hocalık kimliğimde iki faktör var. Birincisi bu eleştirel yanım, ikincisi ben bildiğimi kendime saklamayı hiç sevmem, bilgiyi paylaşmak isterim. Ama nasıl paylaşmak? Ezberletmek değil. Bilgiyi vermek ama bir noktadan sonra durmak ve bilgiyi alanın, o bilgiyle ne yapacağına karar vermesini sağlamak. Yani eleştirel bakış. Ve bu yöntem beni hiç yanıltmadı. Mesela bir öğrencim bir gün şöyle demişti; “sizi, sonunda anladım. Siz önce saçıyorsunuz ortaya, herkes bir paniğe uğruyor sonra da toplattırıyorsunuz ve biz de toplayabiliyoruz” dedi. Bu çok önemli.

Üniversitede hocalık yaptığınız dönemde derslerinize devam zorunluluğu yoktu ama sizin derslerinizde hıncahınç dolardı sınıflar. Bunun bahsettiğiniz eleştirel düşünmeyi öğrencilerinize vermenizle alakalı olduğunu düşünüyorum.

Ben hiçbir zaman devam mecburiyeti, imza şartı filan koymadım. Örneğin Anadolu Üniverstesi,  Güzel Sanatlar  Fakültesi’nde, rektörlüğün isteği üzerine bütün sınıflara ortak kültür tarihi dersi veriyordum. Bütün sınıfların ortak olabilmesi için çok erken bir saatin seçilmesi gerekiyordu. Benim derslerim Perşembe günleri saat 08.30’da başlıyordu. O saatte Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerini getirmek gerçekten biraz güç. Bir gün dekan dedi ki, “en büyük sınıflarımızdan birinde sabahın köründe sesler geliyor, kapıyı açtığımda sınıfın doluluğunu görünce gözlerime inanamadım”. Bu da çok güzel birşeyi kanıtlıyor aslında. Demek ki bizim öğrencimiz kendisine birşey gerektiği gibi verilirse, bunu almak için geliyor. Bizim öğrencimize doğru ve yerinde yaklaştığınız zaman, hiç ummadığınız sonuçlar alıyorsunuz.

ACKA’da da 2 hafta dönem arası tatili vermeyi planladığınızda öğrencilerinizin karşı çıktığını biliyorum.

Evet 2 haftanın fazla olduğunu ve 10 günün yeterli olacağını söylediler.

Biraz çeviriye dönmek istiyorum. Lacan’ın çok hoşuma giden bir sözü vardır; “Dil, paranteze alınamaz” der. Çünkü dili paranteze aldığımızda, onun dışına çıkıp, onun üzerine düşünmeyi yine o dille yapıyoruz. Düşünce süreçlerimiz tamamen dilimize bağlı ve bunun dışına çıkmamız çok zor.  Çeviri ise bir düşünme biçimini, başka bir düşünme biçimine çevirmek sanki. Bu bağlamda gerçekten bir çeviri yapmak ne kadar mümkün?

Mümkün değil. Bunu çeviri üzerine bugüne kadar yazmış olan başlıca yabancı çevirmenler, bilim adamları da söylüyor. Mesela bunların arasında çok popüler bir isim olan Umberto Eco da var. “Çeviri, imkansızdır” diyor. Ve gerçekten düşündüğünüz zaman, ben çevirmen olarak ne iddiadayım diye bunun doğruluğunu görmemek mümkün değil. Diyelim ki, herhangi bir dilde bir eser yaratılmış ve siz onu kendi dilinize çeviriyorsunuz. Burada, -ben bu konuyu bir makalemde de yazmıştım ama daha kimseden itiraz gelmedi- çevirmenin iddiası,  “ben bunu başarırım” olamaz. Çevirmen şöyle derse ancak doğruyu söylemiş olabilir; “ben bu eserin, bir benzerini kendi dilimde yaratacağım”. Çünkü belli bir dilde yarattığınız bir edebiyat eserinin aynısını başka bir dilde yaratamazsınız. Bu yüzden çeviriye ait, kimin söylediğini hatırlamıyorum ama çok doğru bir tanım var; “çeviri, doğru ve yerinde feda edebilme sanatıdır”. Bir de Alman bir dilbilimcinin sözünü hatırladım; ” her dil, bir dünya görüşüdür” diyor. Yani bir kültürde yaratılmış bir eseri, başka bir kültüre taşımak yüzde yüz olmayacak birşey.  Ama yüzdeyi yükseltebiliriz. Yüzde doksana kadar belki gelebiliriz ama o en büyük başarıdır zaten. Yüzde yüz çeviri yoktur.

“Her dil, bir dünya görüşüdür” dediniz, mesela totaliter rejimler hemen dille oynamaya başlarlar. Bizim son dönemimizdeki dille oynamaları nasıl yorumluyorsunuz?

Dille ve inançlarla oynarlar. Bizde de bu yapılıyor. Ama bu başarısız kalmaya mahkum bir girişim.  Çok zararlı olduğu kesin. Bir yerde patlayacaktır. Benim çok tekrarladığım bir söz vardır öğrencilerime; bizim genel eğitim sistemimizde öğrenciye nasıl düşünmesi gerektiği öğretilmiyor, neleri düşünmesi gerektiği ezberletiliyor. O zaman da öğrenci, istediği kadar düşünce öğrensin ama düşünmeyi öğrenmiyor ki. Bundan 2500 yıl önce, Antik Çağ Yunan felsefesi düşünmeyi öğretmekle başlamış işe. Ve daha en başta, şaşılacak kadar en başta bilgiyi tartışmış. Bilebilir miyim, bilgi nedir, bilgi edinmenin yolları nedir. Buradan başlamış işe. Biz ne yazık ki buradan girmiyoruz.

Geçtiğimiz haftalarda Avusturya Federal Cumhuriyeti Devlet Büyük Çeviri Ödülü’nü aldığınız gün Cumhuriyet gazetesindeki köşenizde yazdığınız bir yazı vardı, ucu yalnızlığa dokunan. Çeviri biraz da yalnızlığı getiren bir alan öyle değil mi?

Ben Tarabya Çeviri Büyük Ödül’ünü kazandığım zaman, Almanya’dan gelen bir gazeteci, evimde bir röportaj yapmıştı. Kitap raflarıma bakarak bir soru sormuştu; “çevirmenlik, biraz da insanı zorunlu olarak yalnızlığa götüren bir meslek değil mi?” Ben de şöyle cevap verdim; “gördüğünüz gibi duvarları dünya edebiyatının yazarları, bilim adamları dolduruyor. Onlarla aynı evi paylaşıyorum. Yani bunun adı yalnızlıksa, yeniden gelsem dünyaya, tekrar seçerdim” dedim. Yalnızlık, görece birşey. Türkçe, çok güçlü bir dil ama Almanca’ya göre “yalnızlık” kelimesinde bir yoksulluğu var. Almanca’da yalnızlıkla ilgili allein ve einsam olmak üzere iki sözcük var. Allein, bedensel bir yalnızlıktır, mekân içerisindeki yalnızlıktır. Einsam, manevi yalnızlıktır. Çevirmenlik gibi bir meslekte insan einsam olmaz ama allein olması şarttır.

 

 

 


Yorum bırakın